19 Nisan 2008 Cumartesi

ŞEHLÂ KIZ

ŞEHLÂ KIZ
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde, ülkelerin bir yerinde bir çiftçi ile, şehlâ gözlü kız yaşarmış… Başkalarına benzemeyiz biz. Her atı sürmeyiz sonu belirsiz koşuya; yüreğimiz hassastır, şehlâ deriz şaşıya…
Her neyse… Kız şehlâymış mehlâymış ama, akıl küpüymüş… Leb demeden leblebiyi, üf demeden muhallebiyi anlarmış… Eh, varsın gözleri de azıcık şaşı olsun… Çevremizde düz bakıp da ters gören bunca insan varken… Önemli olan bakmak değil, görmektir.
Günlerden bir gün, o ülkenin padişahı tebdil-i kıyafet etmiş, dolaşıyormuş… Yanında da veziri varmış… İkisi de kıyafet değiştirdikleri için, kimseler onları tanımıyormuş… Onlar da, rahat rahat halkın arasında dolaşıyor, ülkenin meselelerinin halk tarafından nasıl görüldüğünü öğrenmeye çalışıyorlarmış…
Gele gele, sözünü ettiğimiz çiftçinin kulübesinin önüne gelmişler. Padişah vezire bakmış: “Acaba bu kulübede oturan birileri var mıdır vezir? İçeriden pek ses sâda gelmiyor da… İstersen kapıyı şöyle bir tıklatıver…” demiş.
Vezir, elindeki sopayla kapıyı şöylece bir tıklatmış… Az sonra, kulübenin kapısı, yaylım dönüşü köye giren bir inek gibi böğürerek açılmış… Kapının önünde küçük bir kız görünmüş… Ben diyeyim Ayfer kadar, siz deyin Ayşegül kadar… On-on iki yaşlarında sevimli bir kız…
Şehlâ gözlerini kırpıştırarak bu iki adamı süzmüş, süzmüş… Sonra da, hürmetle: “Buyurun efendim” demiş. ”Kimi aradınız?..”
Vezir padişaha bakmış, padişah vezire… Padişah, kızın gözlerine bakarak konuşmuş: “Kaç yaşındasın sen kızım?..”
Kız, padişahı aşağıdan yukarıya şöyle bir süzmüş: “Aşımı vermiyorsun, yaşımı soruyorsun padişahım…” demiş.
Vezir de, padişah da donakalmışlar… Padişah: “Kızım” demiş. ”Padişah olduğumu nerden anladın?..”
Kızın, önce şehlâ gözlerinin içi, sonra yüzü gülmüş: “Bunu bilmeyecek ne var padişahım” demiş. ”Kıyafetini değiştirmişsin ama, zerâfetini değiştirmemişsin… Fesini değiştirmişsin ama, sesini değiştirmemişsin… Bakışın demir gibi, sözlerin emir gibi…”
Padişah hayret etmiş… Kızın gözlerine bakmış, bu gözlerin derinliğinde engin bir zekânın pırıltılarını yakalamış. Çok hoşuna gitmiş bu sohbet ve sözü sürdürmek istemiş… Aralarında tatlı bir sohbet başlamış ama, vezir bu söylenenlerden hiçbir şey anlayamamış…
Padişah: “Kızım” demiş. ”Kulübeniz çok güzel ama, bacanızda duman yok…”
Kız hiç düşünmeden cevap vermiş: “Haklısınız padişahım. Ocağı yakan, üç yıl önce bizi yakarak gitti.”
Padişah başını öne eğmiş. Sonra yine sormuş: “Pencereleriniz de biraz çarpık gibi geliyor bana…”
Kız hemen cevabı yapıştırmış: “Öyledir padişahım. Lâkin ışığı doğru alırlar…”
“Baban nerede evladım?..”
Kız, eliyle uzakları işaret ederek: “Azı çok etmeye gitti padişahım” demiş.
Padişah, keyfinden mest oluyormuş.Vezire bakmış. Vezir, misket yutmuş kaz gibi pel-pel bakmış… Devam etmiş padişah: “Dört ayak mı gezer bu kulübede?..”
”Altı ayak” demiş kız.
“Peki… Öbür baş sana mı babana mı daha yakın?..”
“Babamın bana yakınlığı kadar babama yakın. Ama babam, ona baba demez padişahım…”
Padişah keyiften kahkahalar atıyormuş. Devam etmiş sorularına: “Evde mi o?..”
Kız eliyle bir başka yönü göstererek: “Biri iki etmeye gitti padişahım” demiş.
Padişah vezirine bakarak gülmüş. Sonra kıza dönmüş: “Kızım” demiş. ”Senden bir isteğim var. Kaz göndersem yolar mısın?”
Kız ellerini ovuşturmuş: “Emredersiniz padişahım” diye gülmüş. ”Hem de en ince tüylerine kadar… Yeter ki siz gönderin…”
Padişah elini kızın omzuna koymuş: “Berhudar olasın evlâdım” demiş. ”Seninle yakında tekrar görüşeceğiz inşallah… Şimdilik allahaısmarladık…” deyip gitmiş…
Padişahla vezir, yürüye yürüye saraya gelmişler… Kıyafetlerini çıkarıp, herkes esas kıyafetini giymiş. Padişah tahtına, vezir de ne çıkarsa bahtına hesabı, huzurda yer bulup oturmuş…
Padişahı almış bir düşünce… Bir kızı düşünmüş, bir vezirine bakmış… İçinden ”Yahu… Bir kız çocuğu kadar aklı olmayan bu vezirle ben koskoca ülke meselelerini nasıl görüşür, tartışırım?” diye geçirmiş… Enikonu üzülmüş, biraz da öfkelenmiş… Vezirine de demiş ki:
“Bak vezir… Küçük kıza sorduklarımı dinledin. Ama bir şey anladığını sanmıyorum… Yarın bu vakte kadar, bu soruların cevabını bildinse mesele yok. Yoksa halin perişandır… Cellâda teslim ederim, bilesin…”
Vezir izin istemiş kalkmış. Evine gitmiş, düşünmüş taşınmış… Nerde?.. Sonunda karısı bir akıl vermiş. “Git kıza biraz para ver, cevaplarını öğren…”
Vezirin aklına yatmış. Hemen kıyafet değişip kimseye görünmemeye çalışarak kızın kulübesine koşmuş. Çalmış kapıyı kız çıkmış… Vezir, yana yakıla durumu anlatmış. Sonra da, bu soruların cevabına karşılık, ne isterse vereceğini söylemiş.
Kız biri iki etmemiş. “İyi ya” demiş. ”Her sorunun karşılığında bir kese altın isterim. Buyurun sorun…”
Vezir sormuş, kız cevabını vermiş ve bir kese altın almış…
“Kulübeniz çok güzel, ama bacasında duman yok, dedi padişah. Ben de ona, üç yıl önce anamın öldüğünü anlatmak için; ocağı yakan, üç yıl önce bizi yakarak gitti, dedim…”
Bir kese altın daha altın alarak, diğer sorunun cevabına geçmiş kız: “Padişah, bana pencereleriniz biraz çarpık diyerek, gözlerimin şaşı olduğunu imâ etti. Ben de ona; öyledir ama, ışığı doğru alır diyerek, gerçekleri doğru gördüğümü söyledim…”
Keseler birer birer kızın önüne yığılırken, cevaplar da vezir tarafından not ediliyormuş…
Kız devam etmiş: “Padişah bana babamın nerede olduğunu sordu. Ben de, azı çok etmeye gitti diyerek, babamın ekin ekmeye gittiğini söyledim…”
Her soru ve cevapta vezirin ağzı hayretten biraz daha açılıyormuş.
Kız devam etmiş: “Padişah, bu kulübede dört ayak mı gezer diye sorunca, ben de altı ayak diyerek, babamdan başka bir kişinin daha olduğunu anlattım. Padişah, peki diğer baş sana mı, babana mı daha yakın diye sordu. Ben de, babamın bana yakınlığı kadar babama yakın. Ama babam ona baba demez diyerek, ninem olduğunu anlatmaya çalıştım…”
Tabii, altın keseleri birer birer yığılıyormuş. Kız devam etmiş: “Padişah, bu defa ninemi sordu. Ben de ona, biri iki etmeye gitti diyerek, ninemin bir doğum yaptırmak üzere gittiğini, yani ebelik yapmaya gittiğini anlattım…”
Vezir bir yandan altın keselerini vermeye, bir yandan da unutmamak için acele acele not etmeye çalışıyormuş…