19 Nisan 2008 Cumartesi

AYI İLE TİLKİ

AYI İLE TİLKİ
Günlerden bir gün, bir ayı ile bir tilki arkadaş olmuşlar…
Tilki, ayıya demiş ki: “Madem arkadaş olduk, birlikte hareket etmeliyiz. Her konuda birbirimize yardımcı olmalıyız. Gel, seni güzel bir üzüm bağına götüreyim, sayemde karnın doysun…” “İyi ya” demiş ayı. ”Gidelim…”
Gitmişler. Varmışlar bir bağa ki; bağ gerçekten de bağmış… Salkımlar bulut gibi dağlara ağmış… Sınırsız toprağa üzüm yağmış…
Dalmışlar bağa, üzümleri bir güzel yemeye başlamışlar… Yemişler, yemişler… Sonunda tilki doymuş… Ayıya: “E, hadi” demiş. “Doydunsa gidelim gayrı. Burası sahil lokantası değil. Neredeyse bağın sahibi gelir, bizi doğduğumuza pişman eder…”
Ayı, homur homur homurdanmış: “Az daha bekle” demiş. “Daha karnım doymadı… Birkaç salkım daha indirivereyim gövdeye, hemen gideriz…”
Adı üstünde ayı bu… Bir salkım, bir salkım daha… Sonunda bağın ucundan, bağ sahibi görünmüş… Tilki, sıtma tutmuş gibi titremeye başlamış. Nasıl titremesin? Bağ sahibinin elinde kocaman bir sopa, yanında canavar gibi bir köpek varmış… Ayıya seslenmiş: “Ben kaçıyorum arkadaş… Sen de kaçıp canını kurtar…”
Tilki, sözünü tamamlar tamamlamaz tabanları yağlamış ve tepeyi tutmuş. Ayı, hamur humur diyene kadar, bağ sahibi görünmüş ve köpeğine tut demiş… Zavallı ayı, o ağır gövdesi, şişkin karnıyla hay diyene kadar köpek yetişmiş. Üstelik ayının ayağı kapana kısılmaz mı?..
Bağ sahibi yetişmiş. Elindeki sopayla tuzaktaki ayıya vermiş sopayı, vermiş sopayı… Köpek de, kaba yeri burası, ense kökü şurası diyerek sivri dişleriyle ısırmış durmuş…
Sonunda, nasıl olmuşsa ayı kurtulmuş. Tabii buna kurtulmak denirse… Zavallı ayı, tokaçla dere kenarında dövülmüş, Türkmen kilimine dönmüş… Zor belâ kendini tilkinin yanına atmış. İnleyerek: “Yahu” demiş. “Sen ne biçim arkadaşsın?.. Yardıma bile gelmedin… Hiç olmazsa bir taş yuvarlayıp köpeğin dikkatini dağıtabilirdin…”
Tilki, omuz silkmiş: “Sana kaçman için haber verdim ya…” demiş pişkin pişkin…
Neyse, bu da böyle geçmiş… Gel zaman, git zaman, tilki yeni bir teklif getirmiş. Ayıya demiş ki: “Gel seninle bir tarla ekelim… Onun bunun bağına girip, hırsızlık yapacağımıza, kendi alın terimizle üretelim…”
Ayı kabul etmiş. Sonra da: “Peki ürünümüzü nasıl bölüşeceğiz?” diye sormuş.
Tilki, tilkice gülmüş: “Seninki de laf mı yani ayı kardeş” demiş. “Biz arkadaşız. Eşit olarak bölüşürüz. Ama, yine de senin dediğin olsun. Çünkü seni hem sever, hem de sayarım… Mesela, tercih hakkı senin olsun. Ekeceğimiz şeyin yapraklarını mı, yani toprak üstünde kalan kısmını mı istersin, yoksa toprak altında kalan kısmını mı?...”
Ayı biraz düşünmüş… Ehh, ayı ne kadar düşünebilirse… Sonra da: “Fark etmez dostum” demiş. “Ama, madem tercih hakkını bana verdin, o halde toprağın altındaki kısmını isterim… Ben eşmeyi çok severim.”
“İyi ya” demiş tilki. “Anlaştık… Hemen işe başlayalım. Ben önden gidip, tarlada kuyruğumla iz yapayım, sen arkam sıra pençelerinle yeri kaz… Yani karasaban görevi yap. Sonra da tohumu ben ekerim…”
Tilki önden yürümüş, kuyruğuyla çizgi çizmiş; zavallı ayı, kan ter içinde toprağı pençeleriyle yarmış… Sonunda tarla sürülmüş. Ve tilki, buğday ekmiş…
Zaman geçmiş, yağmur yağıp, güneş açmış… Buğdaylar başağa durmuş. Sıra gelmiş mahsulü kaldırmaya… Tilki, başakları bir güzel toplamış, harman edip, buğdaylarını almış …
Sıra gelmiş ayıya… Zavallı ayı, boş yere onca tarlayı eşip deşmiş… Ne çıkacak?.. Bir ince kök, biraz saçak…
Ayı, o yılı aç geçirmiş… Tilki de, beyler gibi yaşamış… Bereket versin ki, ayının kış uykusu var da… Zamanın geçmesi uzun sürmemiş… Derken bahar gelmiş, toprak uyanmış… Bizim ayıda da açlık kemiğe dayanmış… Tilkiye: “Bu yıl tarla ekmeyecek miyiz arkadaş?” diye sormuş.
Kurnaz tilki, yine tilkice gülmüş: “Ekeriz abicim” demiş.
Ayı, sözde akıllanmış ya… “Ama bu defa toprağın üstünde kalanlar benim olacak haa!..” diye hırlamış…
Tilkinin umurundaydı sanki: “Neden olmasın dostum” diye sırıtmış. “Her zaman ben dostlarıma güvenirim. Madem öyle istiyorsun, toprağın üstündekiler senin olsun.”
Tilki, yine tarlada kuyruğuyla çizgi çekmiş, ayı pençeleriyle yeri kazmış ve … Ve tilki, bu defa patates ekmiş…
Mevsimi gelince, yapraklar yerden fışkırmaya başlamış. Büyümüş, dal budak sarmış patatesin yaprakları… Bizim ayıcıkta keyif dorukta, ağız kulakta … “Ohh, ohh…” diyormuş. “Bu sene kazandım. Şu tarlanın yüzüne bak tilki kardeş…”
Tilki de, için için gülüyor, belli etmiyormuş… Sonunda hasat zamanı gelmiş… Ayı demiş ki: “Unutmadın herhalde arkadaş… Toprağın üstünde kalanlar benim…” “Hiç unutur muyum?” diye gülmüş tilki. “Onlar senin hakkın… Herkes hakkına razı olacak… Buyur, toprağın üstündekileri al…”
Ayı, sevinçle patates tarlasına dalmış. Yaprakları yolarken, toprağın altındaki yumrular da beraber çıkıyormuş… Zavallı ayı, kan ter içinde yaprakları toplamış, tilki de peşi sıra patatesleri bir yere yığmış. Dağ gibi patates yığılmış tarlanın orta yerine…
Tilki, patateslerini almış, ayıcık yapraklara bakakalmış… Ama elden ne gelir. Kendisi öyle istemişti ya… İçinden kahırlanmışsa da, tilkiye bir şeycik diyememiş…
Diyememiş de, içine de sindirememiş… Sonunda patlamış: “Galiba sen beni kandırıyorsun arkadaş” diye hırlamış… “Bu defa patatesleri paylaşacağız, yoksa…”
Tilki, işin ciddiyetini anlamış. Anlamış ama, pes etmemiş: “Yoksa ne yaparsın ayı kardeş?” diye sormuş.
Ayı da: “Kavga ederiz” demiş…
“Edelim öyleyse” demiş tilki… “Yine büyüklük bende kalsın. Silahları sen seç, meydanı ben seçerim…”
Ayı razı olmuş. Yerden, kocaman ama, kısa bir kütük almış. Tilki de, uzun bir sırık almış. Demiş ki: “İşte meydan da bu alan… Buyur hamle et…”
Ayı, kocaman kütüğü yerden kaldırıncaya kadar, tilki elindeki ince uzun sırıkla ayının kafasına bir indirmiş ki, zavallının feleği şaşmış. Daha, ne oldu demeden, ikinci, üçüncü sopa inmiş… Üstelik, ayıyı yanına yaklaştırmamak için, uzaktan sırığın sivri ucuyla böğrüne, karnına dürtüyormuş…
Ayı artık dayanamamış… “Olmaz” demiş. “Senin elindeki sopa uzun. Silahları değişelim…”
“Olur” demiş tilki… “Hay hay!.. Buyur al sırığı ver kütüğü. Ama meydan burası değil artık. Girelim şu inin içine, orda vuruşalım…”
Ayı, sözde tilkiyi haklayacak ya… “Tamam” demiş ve ine girmişler. Zavallı ayı, dapdaracık inin içinde, upuzun sırığı döndürememiş. Tilki, elindeki kısa kütükle vermiş odunu, basmış sopayı, çalmış köteği. Ayıcık, dayaktan mest olmuş. Post olmuş yerlere serilmiş, kilim olmuş köşede dürülmüş… Sonunda pes etmiş…
“Tamam” demiş. “Benim sana ne aklım, ne gücüm yeter tilki kardeş. Bırak yakamı artık. Sen yoluna, ben yoluma… Patatesler de senin olsun.”
Tilki, arsız arsız gülmüş: “Sen ahmak bir ayısın” demiş. “Tilkilerle uğraşamazsın… Sen ancak çalışkan arıların balına dadanırsın… Yazın, armutların en iyisini seçer yersin, kışın da kış uykusuna yatmadan önce avuçlarını yalarsın… Haydi, var git işine…”
Ayı, zorlukla yerinden doğrulmuş. “Haklısın arkadaş” demiş. “Belini böğürlerini tuta tuta yürümüş, gitmiş…
Tilki de, ayının sırtından, bir yıllık yiyeceğini çıkarmanın keyfiyle patateslerinin yanında bağdaş kurmuş, keyif çatmış…