19 Nisan 2008 Cumartesi

KAPLUMBAĞA İLE KELEBEK

KAPLUMBAĞA İLE KELEBEK
Bir varmış, bir yokmuş… Sarı çiçek Yaylası’nda kelebeği arı sokmuş. Kula kul etmeye Mevlâ’m, Allah’ın kulu çokmuş. Kullarından kimi bulut üstünde bağdaş kurar yıldız dolması yermiş geceleri; kimi çorak bir tarlada yarı aç, yarı tokmuş… Dileriz Mevlâ’dan; açlığı-tokluğu, varlığı-yokluğu bilmeyenlerden; boşa çalışıp alnının terini silmeyenlerden, çağrılmayan yere gidip çağrılan yere gelmeyenlerden eylemesin bizi… Eşeğin sağrısına dayananlardan değil, ezanın çağrısına uyanlardan eylesin Yüce Rabbim…
Bir kaplumbağa yürüyormuş. Sağa sola bakınarak, ciddi pozlar takınarak, zaman zaman öksürüp bazen yutkunarak gidiyormuş.
Uçuvermiş gözlerinin önünde bir küçük kelebek. Bin bir çeşit rengi, zarafeti, ahengiyle uçmuş uçmuş kaplumbağanın görebildiği alanlarda.
Sonra da gelip kaplumbağanın dizine konuvermiş:
“Hey merhaba yürüyen taş!.. Nereye böyle?..” Bozulmuş kaplumbağa bu işe, ama renk vermemiş hemencecik ilk sözle. ”Merhaba”, demiş karşılık olarak. “Bir kaplumbağayım ben, yani tosbağa. Severim her iki adımı da. Üstümde evim, nohut oda, bakla sofa. Azıcık işim, ağrısız başım, dolaşırım dağ, bayır, ovada…”
“Hiç tosbağa arkadaşım olmadı benim”, demiş kelebek. “Dost olalım mı?..” “Olur”, demiş kaplumbağa… “Yalnız, dostluk zor günde belli olur. Ya iş yapalım, ya paylaşalım mekanı ortaklaşa, ya da birlikte çıkalım yola. Yola çıkalım hepsini yaşarız zaten”, demiş sonra.
Kabul etmiş kelebek. Çıkmışlar yola, hem konuşup hem gülerek. Kelebek uçup havalarda gözetirmiş yeşil çimenleri, çiçekleri. Sonra inip kaplumbağaya anlatırmış gördüklerini.
Kelebek düşünürmüş içinden: “Bu yürüyüşle tosbağa, zor gideriz uzaklara. Hem ben sana yar olurum ya, senden gelmez bana bir fayda. Bıraksam mı acaba bunu burada?..”
Gide gide varmışlar bir kabak tarlasına. Kocaman bir tarla… Kelebek çiçeklerine konuyor kabakların, kaplumbağa teveklerin başında.
Kabaklar da kabak ha!.. Her biri iki kaplumbağa ağırlığında, kemiriyor gayretli gayretli tosbağa…
Bakmış kelebek yol arkadaşına, daha işi çok; başlamış öğle uykusuna.
Tam o sırada iki adam harıl harıl bir şeyler arayarak çıkmışlar meydana. Her bir çiçeğe usulca yaklaşıp bakıyor, sonra ellerinde tuttukları torbaya yeni avlar atıyorlarmış.
Uyuyor kelebek, olanlardan habersiz… Kaplumbağa duymuş sesleri, bırakmış yemeği, dinlemiş ne yapıyorlar orada. Anlayıvermiş kelebek koleksiyoncusu olduklarını. Topluyorlar tüm kelebekleri burada. İçi yanmış kaplumbağanın. Nerede arkadaşı kelebek, hangi çiçekte uyuyor?
Başlamış bağırmaya: ”Hey dostum, neredesin? Çabuk çık çiçeğin içinden, tehlike var ortada...” ”Ooo…” diye uykulu bir sesle cevap vermiş kelebek: “Neler oluyor orada?”
Anlatıvermiş olanı biteni kaplumbağa, demiş ki: “Hemen gel evimin içinde saklan, yok vakit kaçmaya...”
Kelebek girmiş kaplumbağanın sırtındaki odaya. Avcılar gidinceye kadar çıkmamış bir daha.
Tehlike geçince hızlı hızlı düşmüşler yola…
Kelebek teşekkür etmiş kaplumbağaya. Özür dilemiş, içinden gelerek; bahsetmiş aklından geçen düşüncelerden. Kaplumbağa gülümsemiş dostuna: “Sen çok hızlısın, ben çok yavaş; sen çok zarifsin bense salaş. Fakat dostluk kalp ve vicdanın harcıdır; bunu hiç unutma arkadaş!..”