19 Nisan 2008 Cumartesi

MİSAFİRİN KISMETİ

MİSAFİRİN KISMETİ
Bir zamanlar, on beş, yirmi kadar atlı, bir köye misafir gelmişler. Yolları o köyde bitmiyormuş. Yolları bitmiyormuş da, gün bitivermiş. Akşamın alacası, dağların perçemiyle oynaşırken köye girmişler. Maksatları, o geceyi bu köyde geçirmek ve ertesi sabah menzillerine doğru yola çıkmakmış… Topluca, köydeki en büyük evin önünde durmuşlar. Atlıların başındaki, seslenmiş. Ev sahibi dışarı çıkmış. Adam, selam verdikten sonra, ev sahibine demiş ki: “Biz yolcuyuz kardeş. Yolumuzu bu köyde akşam düğümledi. Yarın sabah erkenden devam etmek istiyoruz. Garibiz. Bizi bir geceliğine misafir ederseniz dua ederiz…”
Ev sahibi, öne atılmış. Adamın atının yularından kavramış: “Ne demek kardaş” demiş. “Başımız üstünde yeriniz var. Misafirin rızkı birlikte gelir. Sevabı da ev sahibine kalır… Lakin, bizim köy fakir bir köydür. Hepinizi birden bir kişinin ağırlaması çok zor olur. Gücenmezseniz, köyün en zengini olarak, ben içinizden yedi kişiyi misafir edeyim. Diğerlerini de, durumlarına göre diğer evlere ikişer-üçer taksim edelim. Yemek ve yatmak işini böylece çözeriz. İllaki, sohbet faslı ve çaylar benim fakirhanede olacak…”
Oğlunu köye salmış adam. Birkaç kişi koşup gelmişler. Bunlar, adamın bildiği, durumları nispeten iyi kimselermiş… Tam misafirleri taksim ederken, köyün en fukarası olan Zühtü emmi de çıkıp gelmiş. Ve selam verdikten sonra, bastonunu yere vurarak: “En azından üç misafir de ben isterim” demiş…
Ne desinler? Gözüne bakmışlar tınmamış, öksürmüşler duymamış… Sonunda, üç kişiyi de ona teslim etmişler… Kapısında ilk durulan zengin kişi, misafirlerini evlerine götürenlere tembih etmiş: “Akşam namazı ve yemekten sonra, sakın çay faslına başlamayasınız. Yatsıya kadar bizim geniş odada toplanalım. Hem çayımızı içer, hem de misafirlerimizle topluca sohbet ederiz. Namazdan sonra, herkes misafirini alıp, evine gider…” demiş.
Misafirini alan, yürümüş gitmiş… Yedi kişi de köyün zenginine kalmış… Adam, misafirperverlik bir yana, köyün zengini ya… Diğer evlerden biraz farklı olsun istemiş. Hemen evcek faaliyete geçmişler… Bir koç devrilmiş, kazanlar kurulmuş… Etli aşlar, sütlü aşlar pişirilmiş. Derken, akşam namazından sonra sofralar kurulmuş. Yenilmiş, içilmiş. Misafirler, öyle yemişler, öyle yemişler ki; gözlerinin karası aklarına karışmış… Sofradan çekilmiş, diğer arkadaşlarını uykulu gözlerle beklemeye başlamışlar… Tabii, diğer evlerde de, herkes kendi imkanı ölçüsünde ikramda bulunmuş… Yenilmiş, içilmiş…
Köyün en fukarası olan Zühtü emmi, götürdüğü üç misafirine öyle güzel sözler, öyle tatlı iltifatlar etmiş ki, misafirler açlıklarını bile unutmuşlar. Değil uyuklamak, kahkahadan kırılmışlar. Akşam namazından sonra, misafirlerinin önüne bir temiz sofra bezi yaymış. Birkaç kuru ekmek, kuru soğan ve oldukça tuzlu bir lor getirmiş… Zühtü emmi, tatlı tatlı sohbet ederken, misafirler dalıp gitmişler sohbete. Soğanın acısı, lorun tuzu bal olmuş ağızlarında. Kuru ekmek kurabiye gibi lezzetlenmiş. Bir yemişler, bir yemişler ki…
Herkesin karnı doymuş, gönlü doymuş… Yemekten sonra alınan karar gereğince, Zühtü emmi de misafirlerini alıp, köyün zengininin odasına gelmiş. Geldiklerinde, kuru sohbet yeni başlıyormuş. Zühtü emmi olmazsa sohbetin tadı mı olurmuş. Selam verip, gösterilen yere oturmuşlar. Zühtü emmi, güzel bir sohbete başlamış. Uyuklayanların uykusu dağılmış… Bu arada, tuzlu loru, kuru ekmek ve acı soğanları sohbetin şerbetiyle mideye indirenler susamışlar. Çayın gelmesini kim bekleye…
Zühtü emminin misafirleri, iki lafın arasında, evin hizmetkarlarından su istiyorlarmış… Zühtü emmi sohbetini sürdürürken, zavallı hizmetkarlar, taslar dolusu su taşımaktan yorulmuşlar da, Zühtü emminin misafirleri içmeye doyamamış, suya kanamamışlar…
Misafirlerin tamamı, hallerinden memnun, Zühtü emminin sohbetiyle mest olurken, diğer köylüler birbirlerine baka kalmışlar… Bu nice haldir diye birbirlerine kaş göz işareti yapar olmuşlar…
Sonunda, zengin ev sahibi dayanamamış. Sohbetin uygun bir yerinde lafa girmiş. Zühtü emmiye demiş ki: “Zühtü emmi… kusura bakmayasın. Aziz misafirler, siz dahi incinmeyesiniz… Benim bildiğim kadarıyla, en güzel yemekler bizdeydi… Benden sonra filan ağa, feşmekan efendinin ikramı gelir… Zühtü emminin sofrasında, olsa olsa kuru soğan, ekmek yavandır. Anlamadığım bir şey var. Zühtü emminin misafirleri saç kavurması, Şam tatlısı yemiş gibi suya sarıldılar… Sözüm özellikle kendi misafirlerimedir. Bre kardeşler, ne olur, bir tas da su siz isteyin… Ben size duru suya kepek mi yedirdim?..”
Bu, kalabalık misafirleri yaralamış. Herkesin başı önüne eğilmiş ama, gürleyen ses, yine Zühtü emminin sesiymiş: “Beri bak ağa” demiş. “Kimin ne yediği önemli değil. Boşuna kara çalma!.. Allah’ın keremiyle, misafirlerim benim yüzümü ağ ederler… Mevla’nın ağarttığı alınlara, kimseler kara çalamaz… Az önce kavurma yedirdiğin misafirlerini, bu sözlerinle zehirledin. Bari şimdiden geri sus da, sohbetimiz panzehir ola…”