19 Nisan 2008 Cumartesi

İLİMSİZ ALİM

İLİMSİZ ALİM
Paha biçilmez fakirin gönül zenginliğine, biz yine yelken açalım yeni bir masalın enginliğine… Efendim, zamanın birinde, bir adamla karısı, büyük bir şehrin kenar bir mahallesinde yaşarlarmış… Adamın elinden bir iş gelmez, kadının sesine kuş gelmezmiş… Şükredermiş hallerine ama, halleri hal değilmiş. Kurttan aç, yılandan çıplaklarmış garipler…
Üst yok, baş yok; ekmek yok, aş yok… Gecelerden bir gece mumsuz evlerinin küçücük penceresinden dolunayın sızdığı ışığın aydınlığında oturmuş, gözlerini dizlerine düğümlemişler… Ne adam dört demiş, ne kadın dokuz… Bir süre öylece oturduktan sonra, kadının gırtlağına bir tıkırdı, dudağına bir lakırdı gelmiş. Demiş ki:
“Ey efendi… Bunca yıldır evliyiz. Hangi işe el attınsa eline geldi… Zamanında okumuş yazmış olsaydın; şimdi padişahın has adamı olurdun… Bak, rüya tabir edenlere bile padişah ne ihsanlarda bulunuyor. Kese kese altınlar, hatta sarayda yer veriyor… Ama sen…”
Adam, dayanamamış. Karısının sözünü kesmiş… “Hatun” demiş. “Ben cahil bir adamım. Padişah beni ne yapsın?.. Biz çulumuza oturup, halimizi bilelim… Sıkma canını. Rızkı veren Allah’tır. Yüce Rabbim hiç deldiği boğazı aç mı koyar?”
Kadın burnunu çekmiş, omzunu silkmiş: “Onu bunu bilmem” demiş. “Yarından tezi yok sen de rüya yorumcusu olacaksın… Tellal çıkıp da padişahın rüya gördüğünü söyler söylemez, hemen sarayın yolunu tutacaksın…”
Adamcağız, ne demişse karısını razı edememiş… Kadın, direndikçe direnmiş. “Eğer dediğimi yapmazsan sana hakkımı helal etmem. Hem de alır başımı geldiğim yere giderim” demiş… Neyse ki, adam diklenmemiş de, olay daha fazla büyümemiş…
O geceki rızklarını da, tavada pişirip, sapında yemişler. Şükredip yatmışlar… Gelin görün ki; kadın yatmış sağına, dönmüş soluna, düşmüş uykunun yoluna… Adamcağızı uyku mu tutar gayrı?.. Dönmüş durmuş sabaha kadar… Seher yeli eserken, bir tutam uyku mu üflemiş gözlerine yoksa, ne olmuş?.. Eh, kirpikleri şöyle birbirine değer değmez tellalın sesiyle sıçrayıp kalkmış... Abanmış pencerenin pervazına, kulak vermiş tellalın avazına… Tellalın sesi de sıtma görmemiş cinstenmiş hani… Davula üç tokmak vurup, kükrüyormuş: “Duyduk duymadık demeyin ey ahaliii! Padişahımız bir rüya görmüş. Her kim ki, rüyayı tâbir etmek dilerse saraya gelsin. Duyanlar duymayana iletsiiin!..”
Adam bir karısına bakmış, bir sokakta haykıran tellala… Giyinmiş çıkmış… Ayrandan aşağısı su… Ölmüş eşeğin kurttan olur mu korkusu… Düşmüş yola… Şehre girerken, kenar mahalleleri ana kentten ayıran surlar varmış. Surun kapısından girmeden önce, biraz soluklanmak, biraz da düşünüp cesaret toplamak için bir taşın üzerine çökmüş… Garibim başlamış düşünmeye… Gidip de padişaha ne diyecek?.. Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış… İkide bir vazgeçer gibi oluyormuş ama, karısı gözünün önüne gelince yutkunup kalıyormuş…
Birden… birden bir ses duymuş… Sağına soluna bakmış, ama kimseyi görememiş… Derken, bir ses daha duyulmuş… Adam bakmış ki, kara benekli ak bir yılan, karşı duvarın göçüğünden kendisine sesleniyor… Önce korkmuş, sonra dinlemiş… Yılan: “Merhaba yabancı” demiş. “Seni bu kapıdan girerken hiç görmedim… Yoksa rüya tabir etmeye mi gidiyorsun?..”
“Hee” demiş adam. “Nerden bildin yılan kardeş”
Yılan ıslık gibi gülmüş: “Gözünün duruluğundan, ağzının kuruluğundan...” demiş. Sonra da eklemiş… “Fukara ve acemi birine benziyorsun… Yaklaş, yaklaş da sana yardım edeyim ey darda kalmış adam…”
Adamcağız sesini çıkarmadan yılana yaklaşmış, araları bir adım kalınca durmuş… Yılan başlamış konuşmaya:
“Buradan doğruca saraya git” demiş. “Sakın içeri girerken ezilip büzülme… Sakın tevazu gösterip boyun bükme. Kapıdakilere büyük harflerle konuş… Ağzını büzerek, gözlerini süzerek konuş… Padişahı görebilir miyim deme, padişah beni bekliyor de… Padişahın karşısına çıkınca, kendini tanıtmak, uzun uzun laf etmek aptallığına düşme. Ona de ki, bir rüya görmüşsünüz devletli padişahım… Rüyanızda koyun görmüşsünüz. Tabiri ise şudur: Çevrenizdekiler koyun gibidirler… Senin çalacağın ıslığa göre hareket ederler… Bunların iyi bir eğitime ihtiyaçları var. Tabii, padişah hayretler içinde kalacak ve sana bol bahşiş verecek… Buradan geçerken, aldığının yarısını bana vereceksin…”
Adam, yılana teşekkür edip, sarayın yolunu tutmuş… Adam yılanın dediklerini aynen yapmış… Padişahın huzuruna çıkar çıkmaz: “Selamünaleyküm padişahım” demiş. Sonra da: “Rüyanızda koyun görmüşsünüz… Tabiri de insanlarınızın koyun gibi saf ve uysal olmalarıdır... Onları biraz eğitirseniz iyi olur…” diye eklemiş…
Padişah hayretler içinde kalmış… “Yahu” demiş. “Rüya tabirinize bir diyeceğim yok ama, kimseye anlatmadığım rüyamı nasıl bildiniz efendi?..”
Bizimki, yılandan aldığı derse uygun olarak, gözünün birini hafifçe kısmış, ağzını biraz çarpıtarak gülmüş.. “Padişahım” demiş. “İzin verin de, bu kadarcığını bilelim… Çünkü biz, yıllarca Çin-i Mâçin’de bunun eğitimini yaptık…”
Eh, bir iki de anlaşılmaz laflar edince, padişah sakalını avuçlamış, hayranlıkla bu adama bakmış, bakmış… Ve iki kese altın vermiş.
Bizimki, iki kese altını görünce, az daha aklını oynatacak olmuş. Sevinçle tutmuş evinin yolunu… Tam kapıdan çıkarken, aklına yılan gelmiş. Yavaşça yılanın bulunduğu göçüğe gitmiş. Seslenmiş ama, yılan cevap vermemiş… Adamcağız, bir kese altını göçüğün içine atarak yola koyulmuş… Eve geldiğinde, karısı henüz yeni uyanmışmış… Altın dolu keseyi atmış eteğine, kadının somurtuk yüzü dönmüş bal peteğine…
Bir süre bu altınları harcayarak güzel bir hayat sürmüşler… Ve kadın, verdiği bu akıldan dolayı kendine hep payeler çıkarmış…
Gel zaman, git zaman paralar suyunu çekmiş ama, padişah bir rüya daha görmüş… Tellal daha, “Ey ahaliii” der demez, kadın başlamış adamı itip dürtmeye… Adamcağız, bir önceki olayı on defa anlatmış, “Yılanı bir daha nerde bulurum?” demişse de, karısına söz dinletememiş…
Düşmüş yola… Gayrı işi öğrendi ya… Şehre girilen kale kapısının yanında durmuş. Sağına soluna bakmış. Kendini emniyete alınca da, göçüğe yaklaşmış. Başlamış yalvarmaya: “Aman yılan kardeş, yaman yılan kardeş… Paramız suyunu çekti… Bir rüya daha görmüş padişah… Rızkı veren Allah ama, sebebi de inkar etmek günah… Çıkar şuracıktan başını, sevindir kardaşını…”
Önce bir tıslama sesi duyulmuş, sonra da yılanın başı görünmüş: “Merhaba dostum” demiş… “Sen sözüne sadık biriymişsin. Sana yardım etmek görevim… Yine aynı şartlarla, yani aldığının yarısını bana vermen kaydıyla sana yardım edeceğim…”
Yılan, padişahın gördüğü rüya ile tabirini bir güzel anlatmış… Yapması gereken hareketleri bir güzel ezberletmiş…
Adam düşmüş yola... Padişahın huzuruna hemen alınmış… Huzura gelir gelmez: “Selamünaleyküm padişahım” demiş adam. “Rüyanda tilki görmüşsün… Çevrendekiler tilki gibi kurnaz… Ayağını biraz denk alırsan iyi olur”
Padişah, yine hayret ve hayranlıkla adamı seyretmiş… Sakalını eline alıp, bir süre düşünmüş… Adama hak vermiş… Sonra da, dört kese altın ihsan etmiş adama…
Bizimki, sevinçle eve koşmuş… Tam kale kapısından çıkacakken, aklına bir kurnazlık gelmiş… İçinden, “Yahu” demiş. “Ben deli miyim? Yılan ne yapacak altını… Şimdi şu dört kese altından ikisini neden yılana vereyim?.. Bu altınlar bana ömrümce yeter…”
Ayaklarının ucuna basarak, kenar kenar kapıdan çıkmış… Bir güzel tüyüvermiş oradan… Eve gelince, karı-koca altınları yere dökmüş, gözleri doyuncaya kadar şıngırdatıp seyretmişler…
Akar su yüzünde saman durur mu?.. Dünya durmadıkça zaman durur mu? Zaman akıp gitmiş, bizimkiler yaşayıp gitmişler… Gel zaman, git zaman, paralar yine suyunu çekmiş… Hazıra dağ dayanmaz… Aşına aşına bakır kaptan kalay gider… Kolay kazanılırsa, kolay gider…
Bizimkiler bol buldular ya; böreğin tazesini, suların gözesini ister olmuşlar… Har vurmuşlar, harman savurmuşlar… Geminin dibi kayaya oturunca durmuşlar…
Yaradan rızkını vermez mi kulunun?.. Yine bir rüya görmüş padişah. Aklı başında olanlar, aklı başında rüyalar görürler. Öyle, ayakta uyuyup, kuşluk vakti kırk rüya görenlerden değilmiş padişah… Rüya görürmüş ama, rüyası riya görmezmiş… Bakınca, gönül gözü görürmüş. Görünce kabuğu değil, özü görürmüş…
Her neyse… Davula vurulup, tellal ünleyince sokakta, bizimkini sıtma tutmuş; titremiş yatakta… İçinden: “Ah ne olaydı, ne olaydı?.. Yılana karşı bu ihaneti yapmayaydım da, yanına varmaya yüzüm olaydı…” demiş.
Sonunda, karısının da ısrarı üzerine kalkmış, düşmüş yola… Kale kapısına gelmiş ama, seslenmeye yüzü yokmuş… Bir taşın üstüne oturmuş, boynunu bükmüş durmuş… Ne kadar oturmuş bilinmez… Birden, bizim kara benekli ak yılanın başı görünmüş göçükten… “Merhaba dostum” demiş… “Yine bir müşkülün mü var?..”
Adamcağız başı önünde susup durmuş… Yılan, daha fazla ezilmesine razı olmamış: “Senin günahın yok dostum” demiş. “Padişahı rüyasında tilki gören şehrin, insanlarının kurnaz olması normaldir… Kendinden bekleneni yaptın. Ben gücenmedim… Yaklaş, yaklaş da, sana yardım edeyim…”
Adam, ezile büzüle yaklaşmış… Yılan, bizimkinin suçunu hoş görüp de, yine yardım edebileceğini söyleyince işler düzelmiş… Adam, bin bir dil dökerek özürler dilemiş. Yılan da, yine alacağı altınların yarısı karşılığında, padişahın rüyasıyla yorumunu bir güzel anlatmış…
Bizimki yola düşmüş… Gayrı tanınıyor ya, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişahı hürmetle selamlayan adam, bilgiç bilgiç başlamış konuşmaya:
“Sevgili padişahım... Rüyanda, dişleri kanlı kurt görmüşsün... Kurt canavardır... Yorumuna gelince... Efendim, adamlarınız kurt gibi düşünmeye başlamışlar... Birbirini parçalamak, yemek ve zarar vermek istiyorlar... Bu konunun üzerine ivedilikle eğilmeniz gerek. Onlara sevgiyi aşılamalısınız. Kurt adamlarınızı da gözden ırak tutmayınız. Ola ki, hem size, hem de çevrenizdeki iyi insanlara zarar verebilirler... Adamlarınızı iyi tanımalısınız...”
Padişah, bu yoruma çok sevinmiş ve bizim sahte yorumcuya tam on kese altın ihsan etmiş... Altınlarını alan adam, sevinçle evinin yolunu tutmuş. Ama, bu defa tüymeyi düşünmemiş. Doğruca yılanın bulunduğu yere gelmiş. Yılan, duvarın göçüğünde bekliyormuş...
“Geldin mi?” diye gülmüş. “Neyse ki, bu defa dürüst davrandın... On kese altın almışsın. Beşini şu deliğe atıver de git...”
Adam, sözde keselerden beşini ayırmak için altınları yere koymuş ve... Ve yerden kaptığı irice bir taşı, yılanın kafasına fırlatmış...
Yılan, atak davranıp, başını delikten içeri çekmiş... Adamın attığı taş boşa gitmiş ama, aklı da başına gelmiş... Yaptığına pişman olmuş... Bir utanmış, bir üzülmüş ki... Ama neye yarar?..
Oturmuş yılanın bulunduğu göçüğün üzerine, başlamış ağlayıp yalvarmaya... O kadar yalvarmış, o kadar özürler dilemiş ki, sonunda yılan dayanamamış, başını delikten çıkarmış...
“Üzülme dostum” demiş. “Padişahı rüyasında kurt gören şehrin insanlarının, birbirlerini yemesi normaldir... Ama sana bir nasihatim olacak ve bir daha da beni göremeyeceksin... Şimdi beni iyi dinle...”
Yılan, sözünün burasında delikte kaybolmuş. Tekrar çıktığında, adamın daha önce deliğe attığı altınları da çıkarmış ve demiş ki: “Bak dostum... Birine dost diyeceksen, sözün yalan olmasın... Milyar da bir çıkar. Dost diyeceğin kimse bir yılan olmasın... Bin düşün, bir karar ver. Bir işinde bin plan olmasın... Gereksizce, yık, köhnemiş binayı. Ama altında kalan olmasın...”
Bizimki, başı önünde, mahcup ve üzgün dinlemiş... Ama yılanın söylediği her kelime, bir ok gibi can evine saplanıyormuş...
Yılan, devam etmiş... Demiş ki: “Zamanında zulüm görmeyen kolay kolay zalim olmaz... İlimsiz alim olmaz... Taşıma suyla değirmen dönmez, üflemeyle güneş sönmez... Yaslandığın en sağlam duvar bile bir gün yıkılır. Çıktığın merdiven ne kadar dik olsa, bir gün oraya da çıkılır... Kendine dön, özünü bil. Söylediğin sözünü bil... Hop demeden hoplanmaz, dökmeden toplanmaz...”
Bizimki, her söylenene başını sallayıp, hak veriyormuş...
Yılan kızmış: “Koyun gibi başın önde, her kavala mee denilmez. Ahmak gibi dişin önde her mavala hee denilmez. Ben senden altın maltın istemiyorum... Yüce Mevla’m bana layık görmüş bu toprağın altını. Ben neyleyim gümüşü, altını. Al, bu verdiğin de senin olsun. Lakin, aklını başına topla... Gelmediğin yerden gelir görünme. Bilmediğin şeyde bilir görünme. Puşulara bağlama başını, kişilere ayarlama işini... Sana vezir deme yetkisinde olan biri, yarın rezil etme yetkisine de sahipse; aldığın paye paye değildir... Yarından ötesine uzanmayan gaye, gaye değildir... Yiyebileceğin aşı, yapabileceğin işi yap... Her tencereye köz, her pencereye göz olma... Beni dinlersen şu altınlarını da al ve bu şehirden git. Bunlar seni bir süre geçindirir. Ticaretten anlarsan, sana sermaye olur. Bu arada bir sanat öğrenirsen, sana bir paye olur... Aza kanaat etmezsen, çoğu bulamazsın. Vermeye razı olmazsan, asla alamazsın. Emeğini harca, alın terine acıma. Ama, bir kazanç uğruna şeref ve haysiyetini ortaya koyma... Ver yesinler, al ye. Helal kazan, helal ye... Bana bir daha güvenme. Başkasından aldığınla caka satma. Çaldığın yatağın üstünde yatma... Ben dedikçe bende olursun, biz dersen hep önde olursun. Sözü çok uzattım. Dinledin mi, anladın mı bilemem? Anladıysan kârlısın. Şimdi ayrılık vakti geldi. Elveda dostum...”
Ak benekli kara yılan, delikte kaybolmuş... Bizim ilimsiz alim de, altınlarını ve altın değerindeki öğütlerini almış, bir başka şehre giderek, bu altınları sermaye yapmış ve ölünceye kadar mutlu ve dürüst bir hayat sürmüş... Masalımız da burada sona ermiş...
Düz bakan şaşı olmaz, masalın yaşı olmaz... Dinleyenler dinledi, anlayanlar anladı... Ve üzerine alınanların kulakları çınladı...