19 Nisan 2008 Cumartesi

ANAMIN AŞI TANDIRIN BAŞI

ANAMIN AŞI TANDIRIN BAŞI
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...
Kafdağı’nın doruğu sisle duman içinde...
Ömür dediğin ne ki? Seneler an içinde...
Mutluluğun çağrısı tek bir ezan içinde...
Doğruyu söylemek zor; gerçekler kaybolmuşken bunca yalan içinde...
Bir zamanlar, köylerden bir köyde, evlerden bir evde, yaşlı bir anayla kel oğlu yaşarmış... Keloğlan, çok akıllıymış, çok iyiymiş ama birazcık tembelmiş... Galiba birazcıktan daha fazla tembelmiş... Gün boyu ocak başında, kül kedileri gibi eşinip, düşünüp otururmuş... Anacığı bir lokma bulup getirmezse açlıktan ölüp gidecek durumdaymış...
Bazen kızıp azarlar, bazen acıyıp yalvarırmış anacığı: “Keloğlum, keleşoğlum... Yediği içtiği beleş oğlum... Neden böyle başıma oldun tebelleş oğlum?..” dermiş. Sonra da eklermiş: “Senin gibiler, taşı sıksa suyunu çıkarır. Bugün varsam, yarın yokum. Niye hayata alışmıyorsun? Gidip de bir yerlerde çalışmıyorsun?..”
Zavallı anacığı böyle dermiş de, dinler miymiş Keloğlan? Nerdeee?.. Sözleri sessizliğinde yıkarmış, bir kulağından girer, bir kulağından çıkarmış... Bir gün böyle, beş gün böyle. Ha sen söyle...
Keloğlan canını sıkmazmış, anası da söylemekten bıkmazmış... Her gün, bir punduna getirip, gidip çalışmasını söylermiş. Sabah akşam bu sözleri temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önüne kormuş Keloğlan’ın...
“A benim Keleş oğlum... Babandan kalanlar suyunu çekti. Bir kara kaçanımız vardı, o da geçen sene nalları dikti... Köy dediğin ne ki? Sağa üç adım yürü, Hasan Ağa’nın ahırı; sola beş adım git, Mestan Emmi’nin samanlığı... Ama bu dünya yüzünde ne beldeler var... Şehirler var ki, çeşmelerinden şerbetler akar... İşler güçler yüz üstü kalmış da, biri gelip bir ucundan tutsa diye herkes yoluna bakar... Sen daha uyu... Bu tandırın başında kediler gibi eşin, hindiler gibi düşün... Altın dediğin kazmanın ucunda... Vur toprağa kazmayı, gör fışkıran hazineyi...”
Eee... Sabrın da bir sınırı var... Gayrı dayanamamış bizim Keloğlan... Hele altınların kazmanın ucunda olduğunu duyunca büsbütün ışıldarmış gözleri... Keloğlan akıllıymış ama, öyle cin kıvrak zekalı bir çocuk değilmiş. Sözün yüzünü alır, özünü düşünmezmiş...
Kafasını şöyle bir kaşımış, birazcık düşünmüş. Sonra da: “Tamam anacığım” demiş. “Karar verdim. Başımı alıp şehir denen yere gideceğim ve sana çil çil altın getireceğim...”
Kalkmış, çarçabuk hazırlanmış, boynuna dolamış anasının yazmasını, omzuna vurmuş kazmasını... Tutmuş yolun ucundan. Gayri, al Allah... Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir yazla bir güz gitmiş. Derler ki çok tez gitmiş... Varmış bir şehre gelmiş... Eee şehir de şehirmiş hani... Demirciler, bakırcılar çekiç sallarmış örslere, bülbüller ses katarmış seslere. Bizim Keloğlan, önce alık alık bakmış. Sonra sokak sokak, cadde cadde dolaşmış. İki caddenin kesiştiği yeri gözüne kestirmiş. “Ya Allah” diyerek kazmasını indirmiş yere, başlamış caddeyi eşmeye...
Bizim Keloğlan, kan-ter içinde eşerken caddeyi, gelip geçenler hayretle seyrederlermiş... Kimi güler geçermiş, kimi kızıp azarlarmış... Haksız da değillermiş. Bir Keloğlan, elindeki kazmayla caddeyi eşip duruyor... Bu nice iştir?
Derken, yaşlı, ak sakallı bir adam ağır ağır gelmiş. Keloğlan’ın tepesine dikilivermiş... “Delikanlı” demiş. “Bu caddeyi neden eşiyorsun?.. Hiç caddeler, sokaklar eşilir mi? Yapmak varken yıkmak, onarmak varken bozmak akıl kârı mıdır?.. Maksadın, niyetin nedir oğul?..”
Keloğlan, dikilmiş. Terini silmiş, gözlerini kırpıştırarak bu ihtiyar adama bakmış... Başkası olsa ters cevap verirmiş ama, adamın yaşlı ve olgun biri olması bunu engellemiş...
“Bak dede” demiş. “Ben anamın oğluyum... Anam bana dedi ki; altınlar kazmanın ucundadır. Vur kazmayı, çıkar hazineyi... Sen anamdan daha mı iyisini bileceksin? Haa, eğer daha iyisini bilirim dersen, de de onu yapalım...”
Adam anlamış bizim Keloğlan’ın saflığını. Bakmış ki, bu çocuk sözün özünü anlamaz. Gülerek elini Keloğlan’ın omzuna koymuş: “Bak yavrum” demiş. “Sen temiz bir çocuğa benziyorsun. Anan güzel demiş, has demiş ya, sen anlayamamışsın... Bir kapının kulpuna yapışmadan kazanamazsın... Gidip bir kapıya yapış, ne iş verirlerse onu yap. O zaman kazanırsın...”
Keloğlan, yürüyüp giden adamın peşi sıra bakmış, bakmış... “Galiba bu adam benim anamdan da akıllı” diye düşünmüş ve kazmasını atıp, yürümüş...
Sokak sokak yürürken, bir yandan da düşünüyormuş bizim Keloğlan... “Mutlaka bir kapıya yapışmam gerek ha?.. O halde gidip yapışalım bakalım...”
Bir pekmezcinin önünden geçiyormuş. Pekmezi zift sanmış: “Dayı, bana oradan bir okka zift versene” deyince, adam gülmüş.
“Bu zift değil yeğenim” demiş. “Pekmez derler adına, doyum olmaz tadına... Ama sana zift gerekse, şu karşıdaki dükkanda var...”
Bizim Keloğlan, adamın gösterdiği dükkandan bir okka zift alıp, dalmış şehrin sokaklarına... O sokak senin, bu sokak benim... Başlamış dolaşmaya... Keloğlan bu... Evlerin kapılarına bakıp, kapı beğeniyormuş... “Yapışacaksam, güzel bir kapıya yapışayım bari” diyormuş..
Neyse, sonunda bir kapının önünde durmuş... Hani, kapı da kapıymış doğrusu... Ceviz ağacından yapılmış, sedefle işlenmiş, nakış nakış bir kapı... Saraylara layık… Sürmüş zifti, sürmüş zifti... Kapının güzelim nakışlarının arası çamur gibi ziftle dolmuş... Sonra da sırtını dönmüş kapıya, ayak uçlarında yükselmiş, yapıştırmış sırtını kapıya... Zift bu çekivermiş hemencecik. Bizim Keloğlan kapıya nakış gibi yapışmış...
Az sonra, bahçıvan içeriye girmek üzere kapıya gelmiş. Bir de ne görsün?.. Önce şöyle bir hayretle “Amaniiin!” demiş. Sonra da öfkeyle çıkışmış: “Ne yapıyorsun sen çocuk?.. Ne işin var burada? Neden yaslanıyorsun bizim Bey’in kapısına?..”
Keloğlan gülmüş: “Ne yaslanması bahçıvan emmi?” demiş. “Ben bu kapıya yapıştım.” durulmuş. Adamcağız tepinip söylenmekten yorulmuş da, bizimki kapıya yapışık, yılışık yılışık gülmekten yorulmamış...
Bağrışmaya içerden koşup gelmişler. Gelen şaşırmış, ağzı bir karış açıkta kalmış... Durumu öğrenenler daha da şaşırmışlar... Bakmışlar işin içinden çıkamıyorlar, “Bari Bey’e haber verelim” demişler...
Evin sahibi olan Bey, çok sinirli, kara gülmezin biriymiş... Durumu öğrenip dışarı çıkmış. Kapıyı zift içinde görünce; hâlâ kapıya yapışık duran Keloğlan’ın karşısında durmuş, bıyığını burmuş, yüzüne içinin öfkesi vurmuş… “Bre çocuk!.. Nedir bu hal?” diye sormuş...
Keloğlan, gayet rahat cevap vermiş. “Durum böyleyken böyle” demiş. “Anam, altınlar kazmanın ucunda demişti. Meğer öyle değilmiş... Yaşlı bir dede git bir kapıya yapış, kazanırsın dedi. Ben de bu kapıyı uygun gördüm ve gelip yapıştım. Gerisi size kalmış ağam.”
Keloğlan böyle deyince, o kara gülmez, o sinirli Bey birden bir zemberek gibi boşalmış... Başlamış kahkahalar atmaya. Bir gülmüş, bir gülmüş ki, gözlerine yaşlar dolmuş... O hiç gülmeyen, suratı hep asık olan Bey, karnını tuta tuta bir gülmüş bir gülmüş... Sonra da:
“Hay sen çok yaşa Keloğlan” demiş. “Doğrusu hiç güleceğim yoktu. Sen olmasan beni kim güldürebilirdi?.. Açıkçası iyi kapıya yapıştın evlat. Bundan sonra bu konakta kalacaksın. Benim hizmetime bakacaksın... Tabii kazanacaksın da...”
Bey, sözünün burasında adamlarına dönmüş: “Keloğlan’a bir kese altın verin” diye emretmiş. “Bu altınlar hoş geldin akçesidir. Haydi işin hayırlı olsun Keleş oğlan...”
Ve böylece işe başlamış bizim Keloğlan... Gel zaman, git zaman... Bir gün Bey, Keloğlan’dan bir su istemiş. Keloğlan yel gibi esmiş. Altın tasa su koymuş. Tam Bey’in odasına girecekken, duvardaki büyük aynaya ilişmiş gözü. Garip Keloğlan aynayı ne bilsin?.. Bakmış ki, aynada kendisi gibi bir kel, elinde altın tas öylece bakıp durmuyor mu?.. İçinden, “Mutlaka bu kel benim yerime Bey’e su götürüp bahşiş alacak...” diye geçirmiş. Sonra da, “Yoo bu kadarı da fazla” demiş. Kaşıyla, gözüyle aynadaki çocuğa işaret edip, “Çekil git şuradan” diye fısıldamış. Bir de bakmış ki, o ne yapsa, karşısındaki de aynı şeyi yapmıyor mu? Çok kızmış Keloğlan. Altın tası kaldırdığı gibi aynadaki çocuğun suratına fırlatmış... Kocaman ayna şangır şungur inivermiş aşağı...
Gürültüye adamlar koşturmuş. Bu arada Bey de çıkmış dışarı... Bakmış ki, o güzelim yadigarı ayna yerde tuzla buz... İyice öfkelenen Bey: “Bre sakar kel!..” diye bağırmış. “Neden bu güzelim aynayı kırdın? Dikkat etsene!..”
Keloğlan, bir üzülmüş, bir mahcup olmuş ki, değmeyin gitsin... “Ama efendim ben ben...” diye kekelemiş... “Ben bir şey kırmadım. Şurada bir çocuk vardı. Siz suyu benden istemiştiniz. O benden atik davranıp, altın tasla suyu kapmış, içeri girecekti. Tabii, sizde bahşişi ona verecektiniz. İşaret ettim, anlamadı; ikaz ettim, dinlemedi... Bende kızdım, tası başına geçirdim. Bir şangırtı koptu, çocuk ortadan kayboldu...”
Bey durumu anlamış. Anlamış da gülmeye başlamış... Çok hoşuna gitmiş Bey’in. Seslenmiş adamlarına: “Tez bir kese altın verin Keloğlan’a!..”
Koşturup, bir kese çil çil altın getirip, koymuşlar kelin avucuna... Kel sevinmiş... “Sağol Bey’im” demiş. Sonra da başlamış söyleyip oynamaya: “Altının varsa iki kese, ister kel ol, ister köse...”
Bey önce gülmüş... Sonra düşünmeye başlamış. İçinden; “Bu Keloğlan’ın sözlerinde mana var” diye geçirmiş...
“Aferin sana Keloğlan” demiş. “Ne demek istediğini anladım. Sen benim köse olduğumu anlatmaya çalıştın. Ama şu servetim, şu gücüm olmasa, herkes benimle alay ederdi. Bugün saygı görüyorsam, zengin ve güçlü olduğumdandır... İnsanlar ne malına, ne gücüne güvenmemeli. Varken, ihtiyacı olanlara yardım etmeli... Zaten az önce senin yaptığın iş de anlamlıydı. Aynada sen vardın. Aynaya nasıl bakarsan kendini öyle görürsün. Sen ona gülümseseydin, aynadaki sen de sana gülümseyecekti. Sen kaş çatıp kızınca, o da aynısını yaptı... Çok hoşuma gitti bu hareketinle bu sözlerin. Bir kese altını daha hakkettin Keloğlan... Verin şuna bir kese altın daha!..” Bir kese altın daha getirip vermişler...
Gel zaman, git zaman Bey’in misafirleri gelmiş... Hatırlı; beyden paşadan kimseler... Geniş salona misafir etmişler. Gelenler, Bey’den olmayacak bir şey istiyorlarmış... Bey kabul etmeyince, karşısındaki bir öksürmüş, iki tıksırmış. Maksadı lafı tazelemekmiş... O sırada hizmet etmekte olan Keloğlan, bir bardağa su koyup, “Buyurun beyim, bunun üstüne bir su için” demiş...
Lafı yiyen adam mahcup, başını önüne eğerken, Keloğlan’ın ağası bu işe çok memnun olmuş, bıyık altından gülmüş... Sonra da: “Haydi beyler” demiş. “Bir çocuğun sözüne uyup da surat asmak yakışmaz… Buyurun baklavaya…” Misafirler, biraz iştahları kaçsa da el arı, düşman törü birkaç lokma yemişler… Sonra da izin istemişler…
Bey hizmet etmekte olan Keloğlan’a buyurmuş: “Oğlum… Misafirlerimiz kalkıyorlar. Ayakkabılarını çeviriver. Sanıyorum ayakkabı çevirmenin ne olduğunu biliyorsunuzdur. Hani misafirler kalktığında cümle kapısının önünde duran ayakkabıların burunları dışarı, tabanları kapıya gelecek şekilde çift çift sıralanır ya; misafirler rahat giyebilsin diye. İşte öyle...
Ama bizim Keloğlan lafı yüzünden alan biri ya… Dışarı çıkmış. Bir yığın ayakkabı… Bunları nasıl çevireceğini düşünmeye başlamış. Sonra da, en yumuşağından başlayarak, bütün ayakkabıların içini dışına çevirmeye başlamış. Bazıları zor olmuş ama, biraz gayretle bütün ayakkabıları çorap gibi çevirmeyi başarmış… Ama, en çok zorluğu da gelen misafirlerin içinde en hatırlı kişi olanın çizmesinde çekmiş. Çizmelerden birinin ancak konç, yani boğaz kısmını çevirebilmiş…
Bey, bu iş biraz fazla uzayınca içeriden seslenmiş: “Keleş oğlum!.. Daha çeviremedin mi ayakkabıları?..”
Keloğlan, kapıyı açıp cevap vermiş: “Çevirdim ağam… Çevirmeye çevirdim de, biraz zor oldu. Ama çizmeyi çeviremedim…”
Misafirler bu işten bir şey anlayamamışlar. Alaylı alaylı birbirlerinin yüzüne bakarak gülmüşler… Gülmüşler de, dışarı çıktıklarında, gülüşleri dudaklarında kurumuş… Gözleri faltaşı gibi açılmış, içi dışına dönmüş ayakkabılarına bakmışlar. Ama o zaman da gülmek sırası evin Bey’ine gelmiş. Böğürlerini tuta tuta gülmüş de gülmüş…
Misafirler gittikten sonra, Bey Keloğlan’ı karşısına alıp: “Aferin sana keleş oğlum” demiş. “Benim söyleyemeyeceğim şeyi söyledin, yapamayacağım şeyi yaptın. Onlar bunu çoktan hakketmişlerdi… Bir kese altını kazandın. Verin şuna bir kese altın daha.”
Koşup getirmişler altını, vermişler bizim kele… Keloğlan, altın kesesini almış, şöylece bir okkalamış. Her zaman olduğu gibi alıp da kuşağının arasına tıkıştırmamış. Açmış kesenin ağzını, çil çil altınları dökmüş avucuna. Sonra da gülerek:
“Yoğurt gerek, kaymak gerek… Yanlış yoldan caymak gerek… Verileni atma cebe Keloğlan… Yerde bulsan bile sayman gerek…” demiş ve altınları saymaya başlamış. Başlamış ama, Bey de gülmekten kırılmış: “Peki” demiş. “Kesenin içinde ne kadar altın olduğunu ne biliyorsun?..”
Keloğlan, altınlarını bir güzel sayıp, tekrar keseye koyup ve kuşağının arasına yerleştirdikten sonra cevap vermiş: “Ağam” demiş. “Kimse zan altında kalmasın… Daha önce verdiğiniz keseleri saydım. Hepsinde yüzer tane altın vardı. Siz her kesede, bana yüz altın veriyorsunuz. Bunda eksik çıksa, yüzüm tutmaz, söyleyemem. Vebal olur…”
Ağa başını kaşıyıp düşünmüş. Sonra da: “Aferin sana keleş oğlan” demiş. “Sen gerçekten hem akıllı, hem de dürüst bir çocuksun… Aldıkların sana helal olsun…”
Günler gelip geçiyormuş… Masal da olsa, gerçekler acıdır masal içinde… Zaten tüm gerçekler eritilir bir misal içinde… Keloğlan, her ne kadar rahat olsa da, hasret ateşi gönlünü yakmaya başlamış… Anacığını özlemiş bizim keleş oğlan…
Bir gece rüyasında anasını görmüş. Sıçrayıp uyanmış uykusundan ve bir daha da uyuyamamış. Sabaha kadar dönüp durmuş ve mırıldanmaya başlamış… “Anamın aşı, tandırın başı…” Bitişik odada yatan Bey de, Keloğlan’ı dinler dururmuş…
Sabah namazına kalkan Bey, namazdan sonra daha fazla dayanamamış. Keloğlan’ı huzuruna çağırmış. Derdini sormuş: “Söyle bakalım oğlum” demiş. “Gece boyunca seni sayıklatan ve anamın aşı, tandırın başı dedirten derdin nedir?..”
Keloğlan, biraz mahcup, biraz üzgün, kem küm etmiş. Sonra da dayanamayıp, anacığını özlediğini anlatmış…
Bey çok üzülmüş… “Seni çok sevdim Keloğlan” demiş. “Seni oğul bildim. Benim adım asık yüzlü, karagülmez Bey’e çıkmışken, bana gülmeyi öğrettin. Ama ananla ayrılığınıza da gönlüm razı gelmez. Benden sana izin… Var git anacığının yanına. Başın sıkışırsa beni atan, burayı evin bil… Ben hakkımı helal ettim. Sen de emeklerini helal et oğul..” Bey böyle demiş, yanaklarından aşağı yaşlar süzülmüş…
Keloğlan o gün de orada kalmış. Bey’in emri üzerine Keloğlan’a yolluklar hazırlanmış… Sabahın seherinde, horozlar yeni bir günü müjdelerken ev halkı kapıdaymış… Bey, Keloğlan’ın heybesini altınla doldurmuş. Yolluğunu da beline sarmışlar, şehrin çıkışına kadar da uğurlamışlar…
Bizim Keloğlan, tutmuş köyünün yolunu… Bilirsiniz; sılaya giden yolda adımlar geniş, yokuşlar iniş olur… Keloğlan az gitmiş, uz gitmiş… Masal bu… Pınar başlarında konaklamış, ağaç gölgesinde pineklemiş… Sonunda bir kuşluk vakti köyüne varmış… Varmış da, ilk anda kimsecikler tanıyamamış. Keloğlan eski Keloğlan mı?.. Kılık kıyafet yerinde, bir eli bağrında, bir eli belinde… Neyse son anda fark edenler, anasına müjde için koşmuşlar…
Ana ile oğlun kucaklaşması bir başkaymış… Sevinç gözyaşlarıyla sarılmışlar… O gün akşama kadar köyde sanki toy-düğün olmuş… Bir grup gelip, bir grup gitmiş… Akşamüzeri ana oğul ancak baş başa kalabilmişler…
Keloğlan, heybeyi getirip, anasının dizlerinin dibine döküvermiş. Çil çil sarı altınlar izbe odayı ışığa kesmiş… Keloğlan’ın anası çok sevinmiş. “Ellerin dert görmesin oğul” demiş. Sonra da eklemiş: “Ben sana dememiş miydim?.. Altınlar kazmanın ucundadır… Yaa…”
Anası böyle deyince Keloğlan bilgiç bilgiç gülümsemiş: “Sen demiştin de, iş öyle değilmiş anacığım… Bir kapıya yapışmak lazımmış… Kazmayı yere vurur vurmaz tepemde bitiverdiler. Kolumdan tutup, bir kenara itiverdiler… Bereket versin ki, yaşlı bir dede bana akıl verdi. Git bir kapıya yapış dedi de…” demiş.
Keloğlan böyle deyince, anası anlamlı anlamlı gülmüş: “Yine benim dediğim doğru oğul… Sen kazmayı yere vurmasaydın, başına toplanan olmayacaktı… Derdini anlatmasaydın, dede sana akıl vermeyecekti… Dede akıl vermezse senin aklın ermeyecekti… Yaa...”
Keloğlan anasının elini öpmüş. “Haklısın ana” demiş. O gece güzel bir uyku uyumuş… Sabahleyin sevinç içinde kalkmışlar… Bir heybe altın başuçlarında… Hazır altınları yiyerek zevke mi dalmışlar dersiniz?.. Heybenin bir gözünü ihtiyaç sahibi köylülere dağıtmışlar… Geri kalanla da tarla-tapan almış, ölünceye kadar alın teriyle, ama huzur içinde yaşamışlar…