19 Nisan 2008 Cumartesi

PALTO

PALTO
Derler ki, iki yolun birleştiği bir kavşakta iki yolcu kavuşmuş. Biri oldukça yaşlı ve üstü başı perişan bir ihtiyar, diğeri ise genç bir babayiğit…
Mevsim bahar mıymış, güz müymüş bilemem. Ama gökyüzünde küme küme bulutlar seyrana çıkmışlar. Dokunsanız ağlayacaklar… Hava da biraz serinmiş…
Oldu olacak, yağdı yağacak bir havada kavşakta buluşan bu iki yolcu, sohbet ede ede yola devam ediyorlarmış… İhtiyarın sohbeti de bir hayli tatlıymış. Ne de olsa dem sürmüş, umur görmüş biriymiş… Derken, önce bir şimşek, arkadan bir gümbürtü… Ve toprakta tıplayan ilk damlalarla yağmur yağmaya başlamış…
İhtiyarın üzerinde sadece bir gömlek. O da lime lime… Gencin hem ceketi var, hem de kolunda paltosu… Önce paltoyu giymek isteyen genç, ihtiyarı öyle büzülür görünce dayanamamış… İçinden, “Nasıl olsa benim ceketim ondan fazla. Üstelik gencim. Bari paltoyu ihtiyara giydireyim de, ıslanmaktan kurtulsun fukara…” diye geçirmiş.
Sonra da: “Baba” demiş. “ Bu palto benim için fazla. Al bunu sen giy. Yağmur dinince verirsin …”
İhtiyar, almak istememiş önce: “Yavrum” demiş. “Allah senden razı olsun. Çok iyi kalplisin ama, ben zaten kocamış biriyim. Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Sen daha çok şükür civansın. Allah korusun hastalanırsın… Sen giy paltonu oğul…”
Delikanlı direnmiş, ihtiyar almamakta ısrar etmiş. Sonunda, paltoyu giyen ihtiyar rahatlamış… Yollarına devam etmişler…
Yağmur dediğin ne ki? Allah’ın rahmeti. Yağar geçer. Besbelli ince bir sağanakmış ki, biraz sonra dinivermiş… Paltonun ıslak kısımları biraz kurusun diye az daha üzerinde tutan ihtiyar, gayet titiz bir şekilde paltoyu çıkarmış, silkelemiş, katlayarak gence bin bir duayla iade etmiş…
Yollarına devam etmişler… Az sonra güneş açmış, pırıl pırıl bir sıcak yayılmış havaya… Delikanlı, ihtiyara seslenmiş: “Dayı” demiş. “Benim palto işine iyi yaradı ha… Şansın varmış ki bana rastladın. Yoksa sırılsıklam olurdun vallahi.”
İhtiyar, biraz ezik… “Haklısın yiğidim” demiş. “Allah senden razı olsun. İnan ki çok makbule geçti… Zaten yaşlı ve hastayım. Bir de o sağanağı yeseydim, halim nice olurdu… Bunun şansla ilgisi yok. Allah’ın bir lutfu ve senin merhametindir oğlum…”
Neyse… Yola devam etmişler… Bir süre yürüdükten sonra, tam sohbetin koyu yerinde, delikanlı söze girmiş: “İhtiyar” diye sırıtmış… “Bu palto senin hayatını kurtardı ha… Valla eğer ben sana paltoyu vermemiş olsaydım, şimdi sonbaharda doğan kedi yavrusu gibi titriyor olacaktın…”
İhtiyarın utançtan ve öfkeden böbrekleri sızlamış ama, renk vermemiş. Yine de minnetini belirtmiş: “Haklısın evlat” demiş. “Gerçekten çok makbule geçti… Ömrün uzun olsun yavrum…”
Tekrar sohbete dalıp, yola devam etmişler… Bir ara, delikanlı durmuş duramamış… “Moruk” diye yılışmış… “Amma da sarılmıştın paltoya ha … İpek astarlı, çuha kumaş palto… Kimin eline geçer?.. Valla eğer benim paltom olmayaydı, şimdi şu deredeki kurbağalar gibi cıpıl cıpıl olmuştun…”
O sırada bir köprünün üzerinden geçiyorlarmış… İhtiyar durmuş, bir delikanlıya, bir delikanlının kurbağa gösterdiği dereye bakmış. Sonra da, bismillah diyip, kendini derenin sularına atmış… Bir dalmış çıkmış, bir daha, bir daha… Sonra silkinerek delikanlının yanına gelmiş… Saçlarından, sakalından sular sızarken:
“Bak evlat” demiş. “O sağanakta, ne kadar ıslansaydım, herhalde bu kadar ıslanmış olamazdım… Ağzını sıkı tut, bundan böyle bir daha paltom diyecek olursan, gerisini sen düşün…” Ve aptal aptal bakan çocuğu geride bırakarak, hızlı adımlarla yürüyüp gitmiş…